Dolu bardağa bir damla


 

Bebeğim dünyaya geldiğinden beri sanırım kendimde gözleyebildiğim en büyük değişim tahammül sınırlarımın genişlemesi ve baya toleranslı bir insan haline gelmiş olmam diyebilirim. Bunda elbette hormonların etkisi çok büyük ve fakat bu marifeti sadece hormonlara yükleyebilmek mümkün olabilseydi hayat daha kolay olabilirdi ve çabasız olarak zaten sabır küpü ebeveynler olabilirdik.Ancak ne yazık ki pratik hayat bu kadar doğal yollardan işlemiyor. Hani o “bir çocuğu yetiştirmek için bir köy gerekir” lafı var ya o köyümüz zaten hiç yoktu ama pandemiyle beraber köy olmasa da eş-dost ihtimali dahi ortadan kalktı. Ve bu durumda kendimi hazırlamak, koşullara karşı bir tavır ve duruş belirlemek için okumak, okumak ve okumak dışında işe yarayan bir yöntem kalmamıştı elimde. (Biz (sizi) kitapla mı büyüttük diyenler elbette olacaktır ama muhtemelen onlar bu derece kronikleşen yalnızlık ve izolasyonun esiri olmamışlardır, oldularsa da bunu tercih etmemiş olmaları veya bunu seçenek olarak dahi düşünecek bir durumun –belki farkındalığın- olmaması da ihtimal)

Neyse yine dağıtmaya meyilliyim mevzuyu... “Daldan dala” durumu iyice yapıştı üzerime, kafamı toplayıp düzenli yazacağım zamanlar da olacak, inanıyorum.

Son zamanlarda ise sabırmetremin sınırlarını zorladığımı hissediyorum. Önceki yazılarda da anlattığım gibi bir çok açıdan baya baya zorlanıyorum. Bu durum esas etkilemesi gerekenlerden çok bebeğimi etkiliyor.

Şu zamana kadar onun için tehlike içermeyecek şeyler haricinde kendisine hep keşif alanı tanımaya ve hayır dememeye gayret ettim. (hiç demedim diyemem ama dememek için çabaladım) Ama son zamanlarda aniden parlayarak hayır dediğim zamanlar o kadar çok ve o “hayır” ağzımdan çıktığı andan itibaren yarattığı vicdan azabı ve bebeğimin anlam veremediği bakışlarını kelimelerle ifade etmek o kadar zor ki. İlk başlarda nedenini tam anlayamasam da şimdi biliyorum: artık benim kabım dolmuş ve boşaltmak için desteğe ihtiyacım var, alana ihtiyacım var, görülmeye, duyulmaya ihtiyacım var.

Yazmaya başlamamın esas sebebi de bu... Aralıktan beri –olabildiğince- düzenli olarak her gece uykumdan feragat etme pahasına tamamlamaya çalıştığım, ritüel haline gelsin diye uğraştığım. Bunda bile zorlandığım çok durum oldu, önceleri bebeğimin yakınında olmak adına yerlerde iki büklüm oturduğum zamanlar, sonrasında (o meşhur kamera açılımının etkisiyle) masaya geçiş ama masanın genel kullanımda olması nedeniyle önce yerleşmek sonra toplamak, hatta bazen masayı çalışılabilir hale getirmek için ön hazırlık yapmak.

Tüm bunlar ne için? Kabımı biraz olsun taşmadan taşıyabilir miyim? Olmaya çalıştığım anlayışlı, toleranslı anneye yakınsayabilir miyim? Mental sağlığımı koruyabilir miyim? Etrafıma karşı daha stabil bir duruş sergileyebilir miyim? Sürdürülebilir bir ebeveynlik yapabilir miyim?

Bu yazdıklarımı sadece yazarak yapabilme ihtimalim yok! Mümkünsüz! Şimdiye kadar gördüğüm destek ile beklediğim arasındaki fark uçurum... Olan kısmı da zaten varlığına güvenecek kadar değil, yani bazen var, bazen yok. Bunu sadece iş bölümü olarak söylemiyorum elbette. Çok daha fazlası, bazen sadece basit bir sohbet, bazen sadece “insan” olduğunu hissedebilmek, bazen bütün gün üzerimde, omuzumda hissettiğim yükün en azından 1-2 saatliğine paylaşılması ve en azından bu konuda kaygılanmamın gerekmemesi. Zaten koşulların ziyadesiyle yalnızlaştırdığı bir durumun içindeyken yazdıklarımın basit bir şımarıklık gibi görülüp sırtımın sıvazlanmasından fazlasına ihtiyacım var.

Şimdiye kadar sesim çıkmıyordu, şimdi nooldu? Artık taşıyamıyorum, kendime ve bebeğime iyi gelmeme noktasına kadar doldum ve an itibariyle küçücük ayrıntılar bile beni tetikliyor ve aşırı öfkelendiriyor.

Kalbimde büyük bir ağırlık var işin özü, belki de hayal kırıklığı bir yara artık kabuk tutmuyor ince ince kanıyor.

Bu noktaya kadar yazdıklarımın pek az kısmı annelik ve bebek büyütmeye dair (bu aralar herşeye rağmen bana iyi gelen neredeyse tek şey bebeğim, kollarımdayken onu koklamak bile tek başına huzur kaynağı), esas anlatmaya çalıştıklarım ise annelik dışında da varolabilme, insan olarak duyulma, görülmeye ihtiyaç duymak ve tüm bunları mümkün kılabilmek adına alan açmak için verdiğim mücadeleye dair yazdıklarım...anlatabildiğimi umuyorum.

Karanlık yazılarım baya rutin hale gelecek gibi duruyor. Yine iyi gelmediği için yarım bıraktığım bir yazıdan sonra bu da baya karanlık oldu...

Neyse ünlü bir umutlu bir “Küçüksurat”ın dediği gibi “Geçse de yolumuz bozkırlardan, denizlere çıkar sokaklar”... J Bir bozkır çocuğu olarak çorak topraklarımı yeşillendirmeye çalışmaktan yılmayacağım!

Sağlıcakla,

Bende bir hal var




Dün oturdum bir yazı yazdım yalnızlık üzerine... Aklımdan geçenlerin sadece küçük bir kısmını anlatıyordum aslında, uzuuunca yazdım, yazdım. Yazarken bile o kadar kötü hissettirdi ki devam etmedim ve yazdığım kısmını da yayınlamamaya karar verdim.

Bu hafta modum oldukça düşük, ben diyim PMS, siz diyin kronik yorgunluk... Aslında sanırım hepsi bir yana bence sebebi “birikmişlik”... Yönetemediğim çok durum var. Zaten yönetme çabam da yok aslında ama sürdürülebilir bir mental ve psikolocik stabilizasyon açısından baya kötü durumdayım. Yani sanırım esas sorunum sürdürülebilir olamamak belki de...

Aslında yapmak istediklerimi kısmen de olsa yapamamak zorlamaya başladı beni. Yaklaşık son 3 senedir zaten bir sürü şeyi yapamayacağım kabulüyle yaşıyordum ama artık etrafa baktıkça mutsuz olmaya başladım.

Bütün haftama sirayet eden sırt ağrılarım mesela... Hareket etsem (hareket derken spor tabi, yoksa evde hareketten bol birşey yok :P) geçecek aslında ama yapacak halim yok... Eskiden mesai sonrasında gayet yorucu pilates saatlerine uçarak giderdim. (Teoride hala uçarak gidebilirim aslında ama gerçekte olabilir mi bilemiyorum.)

Evde beni en çok mutlu eden eşyalar sanırım kitaplar ve kütüphane. Oraya bakmak beni hep heyecanlandırıyor öyle veya böyle. İlk ne zaman hissettim tam anımsamıyorum ama yemek masasında her zamanki yerimde kitaplara karşı otururken baktım ve aklımdan şöyle geçti: “Okumak istediğim ne çok kitap ve yapmak istediğim ne çok şey var...” İşte dilemmanın kralı! Hem büyük heyecan, coşku; hem de yapamayacak olmanın verdiği derin çöküntü. (az önce gaza gelerek yazmış olduğum onlarca satır uçtu gitti, 10 dakika öncesindeki otomatik kaydedilen üzerinden kurtarılmış dokümandan devam ediyorum. Nasıl bir gazla yazmaya başladıysam kaydetmek bile aklıma gelmemiş.Bilgisayarın da kapanacağı tutmuş:///)

Diyorum ki bu annelik işini ben mi biraz abarttım acaba? Çocuğuma saçımı süpürge ettim diye sempati kazanmak gibi bir arzum hiç olmadı, bilakis onu borçlandırma kaygısı güdersem başka türlü bir şey yapmış olurum. Yaklaşık 3 senedir zaten pek bir beklentim de olmadı kendime dair. Eski Ayben’e dair hatırladıklarımı bir süre bloklamıştı sanırım beynim. Şimdi ise etrafımda gördüklerim, duyduklarım biraz daha fazla etkiliyor beni. Bilen bilir pek kariyer takıntısı olan bir insan değilimdir ama mutlu ve huzurla çalışabilmenin verdiği tatmini yaşamış biri olarak ayrıldığım yere dönmek fikri resmen kalbimi sıkıştırıyor. (ben ayrıldıktan sonra çok şey değişti ama oradaki büyük egolar, küçük kafalar denklemi değişmedi.) Ama diğer taraftan da iş yeri ortamı, insanlar, farklı telaşlar, bazen dedikodular falan gibi başka bir akışın olması şu anki kendime dair köhnemiş, paslanmış hissiyatıma farklı bir meşguliyet katar belki. Aslında nasıl gelir tam bilemiyorum.

Başka bir iş hayali kurmuştum aslında doğum iznine ayrılırken, daha nasılsa vakit vardı, o kadar zamanda elbette yeni birşeyler çıkardı?! Çıktı mı? HAYIR!!! Çıkar gibi olduğu zamanlar olsa da havadaki buhar gibi kaybolup gitti.

Bir taraftan da diyorum ki ben beceremedim birşeyleri. Sonuçta bebemle bu kadar bir arada olmayı ben seçtim (kalbim genişledi, çok huzur buldum, içimden bambaşka bir Ayben çıkardı... iyi ki bu şansım oldu), biraz da zaten tüm yollar buraya çıkıyordu. Yolu değiştirmek için alternatif de çıkmadı, ben de gereksiz bulduğum için direksiyon kırmadım. Yani bakış açısı ve hazırlık süreçleri çok farklı: Tazecik bebesini emanet edip bakım yaptırabilen insanlar var ben hala banyo yapabilmek için dahi uygun gün ve saat belirlemeye çalışıyorum. (Bu arada kimseyi kınamak veya eleştirmek, bak ne anneler var gibi bir taraftan yazmadım yukarıdakileri, bilakis kendi durumum ekstrem bence :S)

Geçtiğimiz haftasonu 2,5 sene üzerine sürdürdüğüm ilk oje ve manikür sonrası kendi ellerime yabancılaştım resmen. Oysa kendimi çok iyi hissetmeyi ummuştum. Fikir olarak çok tanıdık olmasına rağmen yarattığı his yabancıydı. Bense aldığım manikür randevusunun heyecanını neredeyse 1 hafta yaşamıştım.

Yine çok dağıttım toparlamaya çalışıyorum. İlk kez bebek büyüten ben değilim nihayetinde, birşeyleri yanlış yaptım heralde diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Yani bebeğini büyütürken kitap yazmış kadınlar var, bebeğini büyütürken kendi girişimini kurmuş ve bebeğiyle beraber onu da büyüten kadınlar var, okulundan mezun olanlar, yeni bir okul okuyanlar var. Ben de eskiden benzer şeyler yapabileceğimi düşünürdüm, hatta hamileyken bile yapabilirim sanıyordum.

Mevcut durumda ise daha evimin mevcut düzenini koruyacak kadar bile halim yok. Değil ki yeni bir üretimim, eğitimim, girişimim olsun! (Bir de önceki yazımda ufacık üzerinden geçtiğim ağır atlatılmış covid sürecim var ki evimiz ve hayatımızdaki kaosu bence katladı. Evimize gelen temizliğe yardım eden kadına bile küstüm o dönemde, kimseden beklediğimi bulamamış olmanın verdiği bir karardı. Bu sürece dair başlı başına yazmam lazım.)

Misal bir gün salon nispeten topluysa, ertesi gün kesinlikle dağınıklık zirve oluyor, 2-3 ayda bir banyo temizlendiyse 1 haftaya eski haline dönüyor. Mutfak desen sirkülasyonu zirve; atık çıkmasın, israf olmasın diye diye içerde yarattığımız kaos sonsuz bir döngü içinde... Mesela bir sefer nevresim takımını değiştireyim dedim, 1 ay yorganlara nevresim geçiremedim, nevresimsiz uyuduk. Şimdi artık toptan değiştirmiyorum asla,:tek seferde çarşaf mesela, sonraki seferde yastık kılıfları, bir sonrakine yorgan kılıfı falan gibi... Çünkü hiç bir şeye yetişemiyorum ve artık yetişme çabasını da bıraktım. Haftasonları tek başıma geçireceğim maksimum 2 saatimi bir yerleri toplamak, temizlemek veya düzenlemek için harcamak istemiyorum artık. Çünkü bu şekilde de olsa başka türlü de olsa bitmiyor asla bu işler, en azından bizim evde bitmiyor.

Bütün bunları niye anlattım? Yapan nasıl yapıyor bir desin bana? Bu zihinsel yükle birşeyler üretebilmiş, başarabilmiş, tamamlamış kadınlar, bir anlatın bana nasıl yaptınız? Kendimi aşırı beceriksiz ve başarısız hissediyorum. Bu hissim ister istemez etrafıma da yansıyor, sinir, gerginlik, tolerans düşüklüğü, kafa dağınıklığı, robotumsu donuk haller vs.

Aslında bir anne olarak evladımın beni nasıl görmesini istemediğime dair kafamda çok şey var. Bir tanesi; evinin kölesi olmuş, temizlik düzen takıntılı gergin anne modeli. Benim çocukluğumdan böyle birkaç sahne vardır mesela. Anne her işi tamamlamak üzere kendini paralar ve iş dışında pek birşeye enerjisi ve toleransı kalmamıştır.

Bir diğeri ben senin için nelerden vazgeçtim, kariyerimi bıraktım, bu fırsatı teptim, sen varsın diye şunu yap(a)madım diyen anne modeli. (yukarda yazdığım saçımı süpürge ettim modeli gibi işte)

Bebeğim beni nasıl anımsasın isterim sorusunda da var tabi aklımda birşeyler. Kuul bir anne olayım isterim, onun gurur duyabileceği, birşeyleri başarmış bir anne olabilmeyi isterim. Sabırlı, toleransı geniş bir anne olarak anımsanabilmeyi isterim.

(Tabi bunlarla birlikte her çocuğun ana babasına dair irili ufaklı yaralarının olacağını da kabulleniyorum. )

----Hala uyuyor olması tamamen benim bu yazıyı tamamlamam için bir işaret bence---

Bir taraftan da hala ona dair kitaplar okumak, beyin gelişimi, psikoloji, fiziksel gelişimi, duygularını anlamak, ifade yeteneğini geliştirmek, ebeveynliğimizi geliştirmek. Kendi yaralarımı farkedip biraz derin kazıp oraları anlamak ve iyileştirmek falan derken hala yeni şeyler öğrenmenin ve uygulamanın peşindeyim.

Nereden girdim, nereden çıktım yine. Yazdıkça yazdıkça evriliyor konular. Kafam da dağınık, yazarken uçuşuyor herşey...Bu ara kendimden yana dertliyim aslında. İşin özü bu!

Hadi bakalım, bu gece son okumayı ve eklemeleri yapıp post edeceğim!

Bu hafta 2. yazı :) Uuuu hiç fena değil... (Yazdıklarım dertli dertli olsa da kendime pışpış yapmayı ihmal etmeyeceğim.)

Biraz içimi döktükten sonra daha güzel şeyler de yazacağım, umuyorum!

Sağlıcakla,

Ay Em Bek!!!! Geri Döndüm!!!

En son neler yazdığımı bile tam anımsamıyorken, aradan yıllar geçmişken tekrar blog için yazı yazmaya çalışmak hem çok çaylak, hem çok coşkulu, hem de bir taraftan biraz buruk hissettiriyor bana.

Bu kadar zaman anlatacağım onca şey varken buraya yazamamış olmak aslında beni buruk hissettiren. Tabi bu kadar zaman sonra klavye başına oturmuş olmak da çaylak hissettiriyor. Veee başlıyorum, 3-2-1!!!!!!

Daha önce bu şubesine hiç gelmediğim bir kahve zincirine yerleştim, ilk yudumunda pişmanlık uyandıran kahvesinin büyük boyunu almış bulundum. İçine attığım kakao yağı da, yanına kıtlama yiyeceğim bitter çikolata da sanırım bu “nereden aldım bu lanet kahveyi?” serzenişimi susturmaya yetmeyecek gibi görünüyor. Aslında alırken de düşündüm seneler önce bu kahveyi içerken de hiç sevmezdim ama belki bu sefer iyi gelir dedim, olmadı!

Neyse ben esas konularıma ufaktan giriş yapayım. Malum zaman kısıtlı... Her an acil çağrı ile analık görevime çağrılabilirim.

An itibariyle 2 yaşına yaklaşan bir bebenin anasıyım. En son yazımda evlenmek bile yoktu gündemde, o derece büyük bir dönüşümün içine girdim ve hala buradayım, benim için kürkçü dükkanı burası... Kelimelerin arasındaki o şey: ürperdiğimde beni kapsayan bir sıcacık his veya bunaldığımda tatlı talı serinleten o hafif esinti, darlandığımda kendime yarattığım omuzda gözümden değil de parmaklarımdan dökülen gözyaşları, içim içime sığmayacak kadar mutluyken basit bir gülen yüzle sayfaya dökülen o keyif ve belki yüzümde beliren “müstehzi” gülümseme... Evet ben buraya aitim! Kendimi en iyi hissettiğim yerlerden biri burası...

(Şimdi yazarken farkettim ki mutluluğu kısa, hüznü uzun uzun yazmaya meyilliyim.. bu da burada dursun belki bunun üzerine de yazarım daha sonra.)

Yaklaşık 8 ay önce bana ufaktan birşeyler dürtük dürtük yapmaya başlamıştı. Artık ufaktan kendime alan açmaya ve içimdekileri dışarı dökmeye başlamalıydım. Bence bu benim çağrım, bazen duymaktan kaçtığım, bazen ama hiç vaktim yok diye kulak tıkadığım ama eninde sonunda göbeğine düştüğüm ve o yumuşacık göbekte huzur bulduğum çağrım!

Bu çağrının hemen sonrasında yeni yaş tantanası, gelen giden derken bi ufak sekteye uğramıştı alan açma çabam. Veee sonrasında hayatımdaki herşeyi ama herşeyi, tüm kimliklerimi, tüm düzenimi herşeyimi sorguladığım bir hastalık ve hastane süreci yaşadım. Hastalık bildiğimiz pandemi hastalığı ama beni kaygılarımla, herşeye yetişme saçmalığı, uykusuzluk, yalnızlık ve biraz kızgınlıkla yakaladı. Ve devirdi! Ömrümde ilk defa 9 gün hastanede yattım, hem de o zamana kadar koynumdan ayırmadığım 15 aylık bebemden ayrı kalarak... En zoru buydu, ondan uzak kalmak...

Konulara girdikçe hepsini hemen şimdi anlatmam gerekiyor gibi hissediyorum ama bu hastane- hastalık süreci başka bir yazının konusu olsun şimdilik. Ben çağrıma geri dönmeye çalışayım.

Bu zorlu hastalık süreci sonrasında hastaneden çıktığımda ben, ben değildim artık, hem fiziksel olarak aşırı yıpranmış, hem de psikolojik olarak enkazdan halliceydim. Bir süre bakıma ihtiyacım vardı ama kafamda bana herşeyi sorgulatan şeyler iyileşme sürecimi çok desteklemiyordu. İyileşmem gerekliydi ve yine biraz kulaklarımı tıkadım, çünkü en kolay çözüm buydu.

Aradan geçen aylar yine beni kurtlandırmaya başlamıştı. Senenin sonuna yaklaşırken insanın üzerine çöken hesaplaşma isteği ile beraber -yine asla tesadüf olmadığını düşündüğüm- okuduğum Atomik Alışkanlıklar kitabından kendime çıkardığım dersler ve aldığım ilhamla beraber her gün yazmaya başladım. Bir yandan da aklımdakileri kendimce projelendirmeye çalışıyorum. Yapamadıklarım için kendimi suçlamak, sıkıştırmak yerine şefkatli olmayı seçiyorum ama günük disiplini de elden bırakmıyorum. Tüm bu düşüncelerimi kimseyle (evet kimseyle!) paylaşmadım, çünkü paylaşamanın bana iyi gelmeyeceğini hissediyordum. Ne yoruma, ne anlık motivasyon sözcüklerine, ne de gereksiz gaz veren hallere ihtiyacım vardı. İnsan her zaman olmasa da geçmişten ders alabiliyor. Ne yapıyorsam ya da yapamıyorsam tek başıma ve kendime karşı sorumlu olmayı seçtim. Yaptıklarım için sırtımı sıvazlayan el kendimin, yapamadıklarım için şefkatle beni sarmalayan kollar yine benimdi. Çünkü bu alanda yaptıklarım, yapamadıklarım - tüm kimliklerimden herşeyden ayrık olarak -hepsi benim, sadece benim!

Bu arada denk geldikçe, seneler önce yazmaya başladığım yarım kalan defterlerime bakıyorum, hep aynı şeyi yazmışım “daha fazla okumak, daha fazla yazmak!” seneler boyunca bu hiç değişmemiş, ısrarla ve inatla aynı şeyi yazmışım. Bu bir tesadüf olamaz, değil mi?

Derken sömestrde Ankara planı yaptık ve oraya gidince kurmaya çalıştığım düzen ufak ufak çatırdamaya başlamıştı. Geceleri bebemi uyutup karanlıkta yanında kuruyemiş yiyip çay içiyordum. Çünkü analıque... Ben ufacık burnumu dışarı çıkarsam anam babam hemen aman şöyle böyle diye hemen ya beni odaya dehliyorlardı, ya da hemen birisi kalkıp bebemin başını beklemeye gönüllü oluyordu.  

Bir taraftan annelik rolümün içine sıkışmış, bir taraftan da mevcut etiketimle etrafımdakiler tarafından kısıtlanmış hissediyordum. Günlük yazma rutinim sekteye uğramıştı. 14 ay sonra ilk kez gittiğim An(a)karam’dan beklediğim desteği ve iyi hissettirecek sarılıp sarmalanmayı bulamamıştım. Tabi gittiğimiz gibi yaşadığımız bulaş riski ve sonrasında kendimizce izolasyon sürecimiz de buna etken. Neyse ki son günlerimizde “kız kıza öğlen rakısı” ilaç gibi geldi, maske takacağımı bile bile sürdüğüm ruj bile ilaçtı resmen. (Ben ki makyajdan bunalan ve gereksizliğine kani olmuş insan olarak artık sürdüğüm bir maskarayı bile insan gibi hissetme açısından motivasyon olarak görüyorum. Nereden nereye...)

Tabi bu Ankara seyahati sonrasında epeyden beri aklımda olan bebek kamerasını alarak almadığım aylara yanmakla beraber hayat kalitemi nasıl artırdığına şükürler ettim.

-Daha 1 saat bile olmadı masaya oturalı ama baya yazdığımı farketmek nasıl bir iyi histir anlatamam!-

Ankara dönüşünde çokça sekteye uğrasa da 2-3 haftada bir veya iki kez olsa da haftasonları arkadaki kafeye kaçışlarım kah uzun uzun defterlere yazarak, kah sayfalarca okuyarak, kah da uzun uzun bölünmeden düşünmeden instagramda gezerek geçti.

Sonra bizimkilerin öngörülmeyen plan değişiklikleri, annemin covid oluşu falan derken bana hemşire kadrosundan bir Ankara yolu daha göründü. Bu sefer çok bir beklentim yoktu ve kameram (!) vardı yanımda. Ama sonuç pek de değişmedi, günlük yazılarımı aksatmamış olsam da beni tetikleyen durumlarla büyüyen içsel bir öfkeyle yüzyüze geldim. Ve kurtulmak istemeyen kimseyi kurtaramayacağımı, kurtulmak isteyene kadar yaptığım herşeyin anlamsız ve boş yere olduğunu kabullenmeye çalıştım. Elimden geldiğince kapsayıcı olmaya çalışsam da artık son günlere doğru aşırı yıpranmış ve dağılmıştım. Bir taraftan da en yakınlarıma bile yabancılaşmış hissettim kendimi, içinde bulunduğum kafa durumunun da etkisi vardır illaki ama bu durum da ayrıca bozdu beni.

Bir taraftan da hala yazabilmek için en doğru, en uygun zamanı bekliyordum. Tabi ki o zaman hiç gelmiyordu. O bilgisayarı açacak geniş zaman olmuyordu, o üzerine yazılacak konular sistematik olarak belirlenemiyordu ve ben bekliyordum. Bu bekleyiş bir taraftan en iyisini yapabilme umudunu içinde barındırırken bir yandan da içten içe bu zamanın asla gelmeyeceğini asla bu kadar sistematik ve programlı olamayacağımı kulağıma fısıldıyordu.

Öyle böyle derken işte buradayım. Kendimi “en uygun” zaman safsatasından bugünlük kurtarabildiğim için gurur duyuyorum. Bir yandan da dar zamanda dağınık da olsa yazabilmiş olmanın ferahlığını hissediyorum kalbimde, ilk fursatta bunu post ederek yeni yazılarımı da yazıp yazıp biriktirerek aktifliğimi sürdüreceğim. Bazen üst üste gelecek, bazen sekteye uğrayacak ve ben hepsini her haliyle kabul ediyorum. Yaptığım/yazdığım herşey muhteşem olmak zorunda değil bunu da kabul etmeli ve arkama bakmadan, geleceği planlamaya çalışmadan ama niyetimi de ortaya koyarak olabildiğince şimdi üzerinde durarak yazmaya devam edeceğim.

Sağlıcakla diyelim..

Ba(ğ)zı farkındalıklar...

 Dün üzerine düşünmek üzere bana yöneltilen 2 soru üzerine yazacağım.  "Yaratıcı özdeğerinin düşmanı olduğunu düşündüğün kim var? Veya ...