Ay Em Bek!!!! Geri Döndüm!!!

En son neler yazdığımı bile tam anımsamıyorken, aradan yıllar geçmişken tekrar blog için yazı yazmaya çalışmak hem çok çaylak, hem çok coşkulu, hem de bir taraftan biraz buruk hissettiriyor bana.

Bu kadar zaman anlatacağım onca şey varken buraya yazamamış olmak aslında beni buruk hissettiren. Tabi bu kadar zaman sonra klavye başına oturmuş olmak da çaylak hissettiriyor. Veee başlıyorum, 3-2-1!!!!!!

Daha önce bu şubesine hiç gelmediğim bir kahve zincirine yerleştim, ilk yudumunda pişmanlık uyandıran kahvesinin büyük boyunu almış bulundum. İçine attığım kakao yağı da, yanına kıtlama yiyeceğim bitter çikolata da sanırım bu “nereden aldım bu lanet kahveyi?” serzenişimi susturmaya yetmeyecek gibi görünüyor. Aslında alırken de düşündüm seneler önce bu kahveyi içerken de hiç sevmezdim ama belki bu sefer iyi gelir dedim, olmadı!

Neyse ben esas konularıma ufaktan giriş yapayım. Malum zaman kısıtlı... Her an acil çağrı ile analık görevime çağrılabilirim.

An itibariyle 2 yaşına yaklaşan bir bebenin anasıyım. En son yazımda evlenmek bile yoktu gündemde, o derece büyük bir dönüşümün içine girdim ve hala buradayım, benim için kürkçü dükkanı burası... Kelimelerin arasındaki o şey: ürperdiğimde beni kapsayan bir sıcacık his veya bunaldığımda tatlı talı serinleten o hafif esinti, darlandığımda kendime yarattığım omuzda gözümden değil de parmaklarımdan dökülen gözyaşları, içim içime sığmayacak kadar mutluyken basit bir gülen yüzle sayfaya dökülen o keyif ve belki yüzümde beliren “müstehzi” gülümseme... Evet ben buraya aitim! Kendimi en iyi hissettiğim yerlerden biri burası...

(Şimdi yazarken farkettim ki mutluluğu kısa, hüznü uzun uzun yazmaya meyilliyim.. bu da burada dursun belki bunun üzerine de yazarım daha sonra.)

Yaklaşık 8 ay önce bana ufaktan birşeyler dürtük dürtük yapmaya başlamıştı. Artık ufaktan kendime alan açmaya ve içimdekileri dışarı dökmeye başlamalıydım. Bence bu benim çağrım, bazen duymaktan kaçtığım, bazen ama hiç vaktim yok diye kulak tıkadığım ama eninde sonunda göbeğine düştüğüm ve o yumuşacık göbekte huzur bulduğum çağrım!

Bu çağrının hemen sonrasında yeni yaş tantanası, gelen giden derken bi ufak sekteye uğramıştı alan açma çabam. Veee sonrasında hayatımdaki herşeyi ama herşeyi, tüm kimliklerimi, tüm düzenimi herşeyimi sorguladığım bir hastalık ve hastane süreci yaşadım. Hastalık bildiğimiz pandemi hastalığı ama beni kaygılarımla, herşeye yetişme saçmalığı, uykusuzluk, yalnızlık ve biraz kızgınlıkla yakaladı. Ve devirdi! Ömrümde ilk defa 9 gün hastanede yattım, hem de o zamana kadar koynumdan ayırmadığım 15 aylık bebemden ayrı kalarak... En zoru buydu, ondan uzak kalmak...

Konulara girdikçe hepsini hemen şimdi anlatmam gerekiyor gibi hissediyorum ama bu hastane- hastalık süreci başka bir yazının konusu olsun şimdilik. Ben çağrıma geri dönmeye çalışayım.

Bu zorlu hastalık süreci sonrasında hastaneden çıktığımda ben, ben değildim artık, hem fiziksel olarak aşırı yıpranmış, hem de psikolojik olarak enkazdan halliceydim. Bir süre bakıma ihtiyacım vardı ama kafamda bana herşeyi sorgulatan şeyler iyileşme sürecimi çok desteklemiyordu. İyileşmem gerekliydi ve yine biraz kulaklarımı tıkadım, çünkü en kolay çözüm buydu.

Aradan geçen aylar yine beni kurtlandırmaya başlamıştı. Senenin sonuna yaklaşırken insanın üzerine çöken hesaplaşma isteği ile beraber -yine asla tesadüf olmadığını düşündüğüm- okuduğum Atomik Alışkanlıklar kitabından kendime çıkardığım dersler ve aldığım ilhamla beraber her gün yazmaya başladım. Bir yandan da aklımdakileri kendimce projelendirmeye çalışıyorum. Yapamadıklarım için kendimi suçlamak, sıkıştırmak yerine şefkatli olmayı seçiyorum ama günük disiplini de elden bırakmıyorum. Tüm bu düşüncelerimi kimseyle (evet kimseyle!) paylaşmadım, çünkü paylaşamanın bana iyi gelmeyeceğini hissediyordum. Ne yoruma, ne anlık motivasyon sözcüklerine, ne de gereksiz gaz veren hallere ihtiyacım vardı. İnsan her zaman olmasa da geçmişten ders alabiliyor. Ne yapıyorsam ya da yapamıyorsam tek başıma ve kendime karşı sorumlu olmayı seçtim. Yaptıklarım için sırtımı sıvazlayan el kendimin, yapamadıklarım için şefkatle beni sarmalayan kollar yine benimdi. Çünkü bu alanda yaptıklarım, yapamadıklarım - tüm kimliklerimden herşeyden ayrık olarak -hepsi benim, sadece benim!

Bu arada denk geldikçe, seneler önce yazmaya başladığım yarım kalan defterlerime bakıyorum, hep aynı şeyi yazmışım “daha fazla okumak, daha fazla yazmak!” seneler boyunca bu hiç değişmemiş, ısrarla ve inatla aynı şeyi yazmışım. Bu bir tesadüf olamaz, değil mi?

Derken sömestrde Ankara planı yaptık ve oraya gidince kurmaya çalıştığım düzen ufak ufak çatırdamaya başlamıştı. Geceleri bebemi uyutup karanlıkta yanında kuruyemiş yiyip çay içiyordum. Çünkü analıque... Ben ufacık burnumu dışarı çıkarsam anam babam hemen aman şöyle böyle diye hemen ya beni odaya dehliyorlardı, ya da hemen birisi kalkıp bebemin başını beklemeye gönüllü oluyordu.  

Bir taraftan annelik rolümün içine sıkışmış, bir taraftan da mevcut etiketimle etrafımdakiler tarafından kısıtlanmış hissediyordum. Günlük yazma rutinim sekteye uğramıştı. 14 ay sonra ilk kez gittiğim An(a)karam’dan beklediğim desteği ve iyi hissettirecek sarılıp sarmalanmayı bulamamıştım. Tabi gittiğimiz gibi yaşadığımız bulaş riski ve sonrasında kendimizce izolasyon sürecimiz de buna etken. Neyse ki son günlerimizde “kız kıza öğlen rakısı” ilaç gibi geldi, maske takacağımı bile bile sürdüğüm ruj bile ilaçtı resmen. (Ben ki makyajdan bunalan ve gereksizliğine kani olmuş insan olarak artık sürdüğüm bir maskarayı bile insan gibi hissetme açısından motivasyon olarak görüyorum. Nereden nereye...)

Tabi bu Ankara seyahati sonrasında epeyden beri aklımda olan bebek kamerasını alarak almadığım aylara yanmakla beraber hayat kalitemi nasıl artırdığına şükürler ettim.

-Daha 1 saat bile olmadı masaya oturalı ama baya yazdığımı farketmek nasıl bir iyi histir anlatamam!-

Ankara dönüşünde çokça sekteye uğrasa da 2-3 haftada bir veya iki kez olsa da haftasonları arkadaki kafeye kaçışlarım kah uzun uzun defterlere yazarak, kah sayfalarca okuyarak, kah da uzun uzun bölünmeden düşünmeden instagramda gezerek geçti.

Sonra bizimkilerin öngörülmeyen plan değişiklikleri, annemin covid oluşu falan derken bana hemşire kadrosundan bir Ankara yolu daha göründü. Bu sefer çok bir beklentim yoktu ve kameram (!) vardı yanımda. Ama sonuç pek de değişmedi, günlük yazılarımı aksatmamış olsam da beni tetikleyen durumlarla büyüyen içsel bir öfkeyle yüzyüze geldim. Ve kurtulmak istemeyen kimseyi kurtaramayacağımı, kurtulmak isteyene kadar yaptığım herşeyin anlamsız ve boş yere olduğunu kabullenmeye çalıştım. Elimden geldiğince kapsayıcı olmaya çalışsam da artık son günlere doğru aşırı yıpranmış ve dağılmıştım. Bir taraftan da en yakınlarıma bile yabancılaşmış hissettim kendimi, içinde bulunduğum kafa durumunun da etkisi vardır illaki ama bu durum da ayrıca bozdu beni.

Bir taraftan da hala yazabilmek için en doğru, en uygun zamanı bekliyordum. Tabi ki o zaman hiç gelmiyordu. O bilgisayarı açacak geniş zaman olmuyordu, o üzerine yazılacak konular sistematik olarak belirlenemiyordu ve ben bekliyordum. Bu bekleyiş bir taraftan en iyisini yapabilme umudunu içinde barındırırken bir yandan da içten içe bu zamanın asla gelmeyeceğini asla bu kadar sistematik ve programlı olamayacağımı kulağıma fısıldıyordu.

Öyle böyle derken işte buradayım. Kendimi “en uygun” zaman safsatasından bugünlük kurtarabildiğim için gurur duyuyorum. Bir yandan da dar zamanda dağınık da olsa yazabilmiş olmanın ferahlığını hissediyorum kalbimde, ilk fursatta bunu post ederek yeni yazılarımı da yazıp yazıp biriktirerek aktifliğimi sürdüreceğim. Bazen üst üste gelecek, bazen sekteye uğrayacak ve ben hepsini her haliyle kabul ediyorum. Yaptığım/yazdığım herşey muhteşem olmak zorunda değil bunu da kabul etmeli ve arkama bakmadan, geleceği planlamaya çalışmadan ama niyetimi de ortaya koyarak olabildiğince şimdi üzerinde durarak yazmaya devam edeceğim.

Sağlıcakla diyelim..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ba(ğ)zı farkındalıklar...

 Dün üzerine düşünmek üzere bana yöneltilen 2 soru üzerine yazacağım.  "Yaratıcı özdeğerinin düşmanı olduğunu düşündüğün kim var? Veya ...